AİHM'in İklim Konusundaki Korumacı Kararlarını Destekliyor ve Dünya Çevre Günü'nü Kutluyoruz.
Doğa insanın, ekolojik denge ise tüm hakların temelini oluşturmaktadır. Doğal dengenin ve ekolojik sistemin bozulması iklimleri, canlı türlerini, insanı, kültürü ve değer verdiğimiz tüm varlıkları tehdit etmektedir. İnsanın doğanın bir parçası olduğu ve ancak doğa ile birlikte varlığını sürdürebileceği kabul edilmelidir. İnsan faaliyetleri ekolojik bütünlüğü bozmayacak sınırlarda, sürdürülebilirlik, nesiller arası adalet, nesil içi adalet ve iklim adaleti kavramlarına uygun olarak, doğanın ritmine uygun şekilde yürütülmelidir.
Ülkemiz iklim krizi, su krizi, deprem, sel, heyelan, çığ düşmeleri, fırtına, yangın gibi afet halini alabilecek pek çok doğa ve insan kaynaklı riskle karşı karşıyadır. Doğal olayların afete dönüşmesini önlemek için uzun soluklu politikalar gerekli olup, anlık çözümlerle sürecin yürütülmesi mümkün değildir. Ülkemizde, artık dünyada kabul gören iklim krizi gibi küresel ve deprem gibi yerel sorunların önüne geçmek için gerekli adımlar atılmalıdır. Afetlerin felakete dönüşmemesi için; uluslararası çevre anlaşmalarını dışlamayan, yeni bir çevre bilinci ile katılımcı etkin ve topyekûn bir mücadele planlanmalıdır.
Kent yaşamı, doğanın bir parçası olarak tasarlanmalı, insanca yaşamın ekolojiyi bir bütün olarak anlamaktan geçtiği kabul edilmelidir. Doğal unsurlar görmezden gelinerek inşa edilen şehirlerin büyük acı ve kayıplara sebep olduğu ne acıdır ki yeniden yaşanarak tecrübe edilmiştir. 6 Şubat depremlerinde 1999 depreminden bu yana afetlere karşı idare tarafından yapılması gerekli önlemlerin alınmadığı; afet anında, zamanında ve yeterli müdahalede bulunulması için gerekli hazırlıkların yapılmadığı açıkça görülmüştür. Kaçak yapılaşmayı teşvik eden imar affı gibi uygulamalar afet riski taşıyan binaların artmasına yol açmakta, devlet denetim ve gözetim yükümlülüğünü ihlal etmektedir. Halen barınma başta olmak üzere depremzede yurttaşların temel ihtiyaçları giderilememiştir. Afete dayanıklı ve dirençli kentler oluşması için yeni ve sürdürülebilir politikaların geliştirilmesi, sivil toplumun ve halkın katılımının da mutlaka sağlanması gerekmektedir.
Kentsel dönüşüme ilişkin mevcut politikalar; yurttaşın yaşama, barınma, sağlıklı çevre ve mülkiyet haklarının gerçekleştirilmesinden uzak olup, adeta kâr amaçlı inşaat faaliyeti olarak yürütülmektedir. Son yasal düzenlemelerle getirilen rezerv alan uygulamaları, idarenin, konut sorununa insan hakları temelli yaklaşımdan oldukça uzak durduğunun göstergesidir.
Küresel ısınma, iklim krizi, su krizi, birçok canlı türünün yok olması ve daha çok sayıda sorun, doğanın sırf bir meta ve ancak piyasa değeri ile ölçülebilir bir nesne olarak kabul eden yaklaşımla yeni felaketlere yol açacaktır. Orman ve sahiller gibi alanlar korunmalı, ekonomik faaliyetler ekolojik dengenin bütünlüğünü bozmayacak sınırlarda yürütülmelidir.
Doğal afetler yanında insan eli ile ortaya çıkan, sanayi atıkları, plastik atıklar ve çoğunlukla fosil yakıtların kullanılması sebebi ile ortaya çıkan sera gazı bilinen yaşam pratiklerimizi tehdit etmekte, insanlığı en acil bir sorun olarak çevre felaketlerine odaklanmaya zorlamaktadır. Ticari faaliyetleri önceleyen göstermelik çözümler aşılarak ekolojik dengenin korunması ve sürdürülmesi temin edilmelidir.
Bu sırada dünyada gelecek nesillerin haklarının korunması başlığında başta iklim krizi olmak üzere doğanın hakları tartışılmakta, sürdürülebilir yaşam biçimlerinin teşvik edilmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Bu çerçevede, nesiller arası adalet ve iklim adaleti kavramlarını gündeme alan AİHM nezdindeki yargılamalar, iklim değişikliğinin sadece çevreyi değil insan haklarını da ciddi şekilde tehdit ettiğini kabul etmektedir. Bu kararlar, üye ülkeleri iklim kriziyle başa çıkmak için daha etkili politikalar geliştirmeye ve çevresel sorunlara karşı daha fazla sorumluluk almaya yöneltmekte, iklim krizi ile devletin pozitif yükümlülüklerini bağdaştırmaktadır. AİHM'in iklim değişikliği konusunda aldığı kararlar, uluslararası alanda önemli bir adım olup Anayasa gereği ülkemiz için de bağlayıcıdır. Hak doktrinindeki bu önemli dönüşüm, iklim krizi ile mücadelede yüksek mahkemelerin işlevini güçlendirmektedir.
Artık, dünyayı, çevreyi ve doğal kaynakları, mülkiyeti insana ait tüketilecek bir emtia gibi gören zihniyetin terk edilmesi gerekmektedir. Devletin tüm organlarını, mevcut doğal kaynakları korumaya, çevre ihlallerine son vermeye, uluslararası anlaşmalardaki taahhütlere uymaya ve insan faaliyetlerini ekolojik bütünlüğü koruyacak şekilde sürdürülebilirlik ilkesine uygun olarak örgütlemeye davet ediyoruz.
Anayasanın 56. maddesi “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” hükmünü içermektedir. Anayasanın bu açık hükmü dışında özel yaşam hakkı, yaşam hakkı, kişinin maddi ve manevi bütünlüğü doğanın korunması gerektiğini açıkça göstermektedir.
Ülkemizde bir grup sivil toplum kuruluşu, üniversiteler ve meslek odaları yanında Çevre Kent ve İmar Hukuk Komisyonumuz da bu alanda sorumluluk alıp katkı sunmaya çaba göstermektedir. Çevre bilincinin oluşturulması ve sürdürülebilirlik konusunda toplumsal farkındalığın artırılması için yeşil yaşamı teşvik edecek projeler yürütülmektedir. Özellikle deprem-kentsel dönüşüm, iklim, orman, plastik atık konularında çalışmalar yapılmaktadır. Dünya Çevre Günü, bu çabaları bir araya getirmek, toplumda çevre bilincini oluşturmak ve çevre sorunlarına dikkat çekmek için vesile oluşturmaktadır.
Bu önemli günde, herkesi bireysel düzeyde de olsa çevre dostu adımlar atmaya, doğal kaynaklarımızı korumaya, doğanın sadece insanların değil hayvanların, bitkilerin ve tüm canlıların evi olduğunu hatırlamaya, geleceğimiz için yeşili korumaya davet ediyoruz.
İstanbul Barosu Çevre Kent ve İmar Hukuk Komisyonu